Yeni bir dünyanın eşiğinde öncülük - II - Madde ve tarihin maddesi

5/04/2023 tarihinde Alp tarafından yazıldı
Etiketler: madde, sancı, lezzet

Yeni bir dünyanın eşiğinde öncülük - II - Madde ve tarihin maddesi

Maddeyle muhabbet

Son bir yıldır, işten güçten kafayı kaldıramamaktan dolayı, insanlığın maddeyle olan muhabbetine biraz uzak düştüm. Bu yazıyı yazmadan evvel, “Maddede ne durumdayız yav, rezil olmayalım?” diye Aspect, Clauser, Zeilinger üçlüsüne Nobel kazandırdan deneylere dair yazılıp çizilenlere son bir defa baktım ve emin oldum: Öncelikle, insanlık doğanın yasalarını bilimsel yöntemle keşfetmeye devam ediyor, maddenin kuantum düzeyindeki davranış yasalarının önemli bir unsurunu, Kuantum Dolanıklığı, deney düzeyinde kesin biçimde kanıtlamakla kritik bir mesafeyi katettik. Bu yasaların makro düzeyle kurduğu ilişkiyi de bir gün mutlaka açıklayacağız… Bütün bu keşif süreci, tek kelimeyle, büyüleyici! Madde, bu esrarengiz şey, her bir unsuruyla, ve yine, aldığı her formda, büyüleyici. Madde ve büyü, ironik ama, öyle.

Din tacirleri, kuantum tokatçıları ve bilumum şarlatanlığın esnafını üzmek pahasına, doğanın yasalarını keşfe çıktığımız binlerce yıllık yolculuğumuzda; tanrı, ruh, sihir, öcü yahut böcünün izine rastlamadık şimdiye dek. Ben kendi koşturmacama dalmış, uzak kalırken bu gelişmelere, aksine delalet edecek bir keşfi de olmamış insanlığın. İçim rahatlamadı diyemem, aksi durumda temelinden sarsılırdı fikir duvarımız, keza bilim affetmez. Maddenin bilinmeyen coğrafyalarında, bildiğimiz bir metodolojiyle, bilimsel yöntemle, yol almaya devam ediyoruz.

Doğa yasalarının keşfi cephesinden son haberleri, bilim okuryazarı düzeyinde alıp, artık içim de rahat olduğundan kelli, epistemolojide ve ontolojide Politzer Baba çizgisi dahi bu yazı bağlamında anlatmaya çalıştıklarım için yeterli olacaktır diye düşünüyorum.

Temel bilimlerin laboratuvarında ürettiğimiz bilgiye sırtımızı yaslamak, görece konforludur. Gökyüzünün rengine dair iki farklı argüman varsa, bunlardan maddenin ve doğanın yasalarını gözeteni, genellikle, argümanların öne sürüldükleri bağlamda, gökyüzünün rengini daha iyi ve kapsamlı bir biçimde açıklıyordur.

Gökyüzü mavi, çünkü allah öyle yaratmış…
Hayır, gökyüzü mavi, çünkü mavi ışınların dalga boyları…

Veya:

Gökyüzü kapkara, çünkü kalbim kırık, gökyüzü ruhumun kuytuları kadar kara…
Hayır, gökyüzü mavi, çünkü kuramsal fizik henüz edebiyatı açıklamıyor…

Güldürüden hallice, basit bir gerçeğe işaret ederek devam edelim: Hem fizik biliminin nesnesi olan madde için, hem de tarihin ve toplumların “maddesi” için meselenin başlangıç noktası gerçekten de aynıdır. Toplumlar, fiziksel açıdan, maddedir! Bu, kulağa çok komik gelse de, bence önemli ve temel bir mantık basamağı. Fiziğin inceleme nesnesi olan maddeden oluşan bu canlılar bütünü, bağrında herhangi bir ruh, sihir, doğaüstü güç barındırmaz. Fiziğin belki de üst soyutlamaları diyebileceğimiz kimya ve biyoloji de, bildiğimiz üzere, maddenin canlılık sürecinde nasıl dönüştüğünü ve geliştiğini, evrimleştiğini açıklamaya çalışır.

İnsan insan olana, topluluklar ve toplumlar oluşturmaya başlayana dek, onun maddesine dair ürettiğimiz bilgi, temelde bu süreçlere dairdir ve bunlarla sınırlıdır. “Evrim var ama onu da Allah yarattı” argüman ailesini şimdilik dışarıda tutuyorum, bence siyasileşen bireyin ideolojik evrimi bağlamında değerli bir tartışma, fakat şimdilik tutarlı bir maddecilik duvarı inşa etmeye çalışmakla yetinelim, bunları ve benzerlerini ileride tartışacağız.

İnsan, evrim serüveni boyunca, hayvanlar aleminin diğer türlerinden, doğayı ve kendi doğasını dışsal birer unsur olarak kavrayarak ayrışabildiği (doğaya ve kendisine kuş bakışı bakabildiği), doğaya bu yeni bilinç düzeyiyle şekil vermeye ve topluluklar halinde yaşamaya başladığı noktadan itibaren, fiziğin kimyanın ve biyolojinin laboratuvarına çevrili merceğimizin ince ayarını yapıp, tarihi ve toplumları görüş alanımıza almamız gerekir.

Hemen sonrasında, artık kadrajı bu yeni düzeyi görecek biçimde sabitlenmiş olan merceğin ayar kolunu bırakıp, zaman makinemize yönelebiliriz. Taş Devri’nde durmakta olan zaman ibresini hızla günümüze çekersek ve atıyorum, merceği son bir hareketle Ankara’da rastgele bir sokağa odaklarsak, gördüğümüz ilk renk, gridir. Hikayesi yarım kalmış güzel Ankaramızın grisi değildir bu. Sokaktaki yurttaşlar kendilerine uzatılan mikrofona şöyle demektedirler:

Muhabir: Oyunuz kime?
Yurttaş 1: Tayyip Erdoğan’a
Muhabir: Neden?
Yurttaş 1: E nedeni var mı, her şey ortada!

Muhabir: Oyunuz kime?
Yurttaş 2: Kılıçdaroğlu’na
Muhabir: Neden?
Yurttaş 2: E nedeni var mı, her şey ortada!

Vay lele vay! Aynı maddi gerçekliğe doğrultulmuş, dil düzeyinde sesteş, anlam düzeyinde bambaşka iki önerme. Toplumun maddesinin; sınfılar mücadelesinin, siyasetin, kültürün, ideolojilerin ve türlü toplumsal yapı ve motifin grilerle, amorf biçimlerle dolu karmakarışık düzlemindeyizdir artık. Tarihin ve toplumların gelişim yasalarını anlamaya çalışıyoruzdur ve az evvel fizik laboratuvarında hissettiğimiz konfordan eser kalmamıştır.

Maddeciyiz ezelden

Ürkütücü gri karmaşıklığa odaklanmadan evvel, en sade anlamıyla maddeciliğe dair konuşalım biraz. Kafayı taktığımız kimi tarihsel kesitleri incelemeye başladığımızda, ya da bugün başımızı çevirip etrafa baktığımızda, az evvelki güldürünün devamı olabilecek denli basit bir olgu daha çıkar karşımıza: Tarih boyunca insanlar, tartışmaya yer bırakmayacak düzeyde maddeci olagelmişlerdir.

Burada maddecilik derken, hayatla kurulan temel bir ilişkilenme biçiminden bahsediyoruz. İnsanlar, insan toplulukları ve toplumlar, tarihin belirli bir anında, fikren ne kadar idealizm/metafizik belirlenimli olurlarsa olsunlar, günün sonunda maddi olgulara bakıp kendi hayatlarına, ailelerine, karınlarını nasıl doyuracaklarına, av takvimlerine, hasatlara ve bağ bozumlarına, işlerine, siyasi hareketlere, üretime ve bölüşüme, hizmetlere erişime, savaş meydanlarına veya barış masalarına dair tasarruflarda bulunmuşlar, kararlar vermişlerdir. Maddi gerçeklerden kaçmaya çalışanlar ise, bu duruma kendilerini zihinlerinde nasıl ikna etmiş olurlarsa olsunlar, yine maddi gerçeklerce belirlenmişlerdir.

Tarih öncesinde ve Antik Çağ’da, atıyorum hava koşullarından, arazi eğiminden, savaş teçhizatından, savaşçılarının morallerinden yola çıkarak değil de falanca ruha, efsuna, tanrıya güvenerek cenk eden topluluklar olmuşsa da, olgulara dayanarak hareket eden daha maddeci hasımlarınca alaşağı edilişleri muhtemelen çok hazin olmuştur. Ya da örneğin, tersinden diyebiliriz ki, Grigori Rasputin’in çarlık hanedanının bir kısmı üzerinde tesirini artırabilmesi, siyasi ve ekonomik olarak kıskaçta olan Çarlık Rusya’nın maddi gerçeğe takla attıramayacağını anladığı zamanlarda, köhnemiş aristokrasinin daldığı ruhsal buhranların sonucu gerçekleşebilmiştir.

Çağımızın siyaset kurumuna bakalım, kulağa maddeciliğe en yabancı gelen unsurlara örneğin. Mesela “Muhafazakarlık”, modern bir kategoridir, siyasal söyleminin ve programının bir kısmını kadim addettiği kimi motifleri, eskinin masalsı asr-ı saadetlerinin cilalanmış imajlarını, modern zamanlarda muhafaza etmek üzerine kurar, fakat günün sonunda bütün siyasalarının özünü maddenin durumuna, olgulara göre belirler. Bu maddeciliğin ete kemiğe bürünüşüne şahit olmak için uzaklara bakmaya gerek yok, MSP geleneğinden günümüz AKP’sine, DEVA’sına kısa bir bakış atmak dahi yeter. Keza, günümüzün popüler kavramı “Siyasal İslam”, yine MSPgillerin dinci İslamcı ideolojisinin maddenin sınırlılıklarında uygulayabildiği, modern bir iktidar stratejisinin adıdır. Premodern bir uhreviyatın modern siyasette kendini maddenin sınırlılıkları içinde var edişidir. Keza IŞİD, Taliban, Mormonlar, o bu şu…

“Temel bir yaşam motifi olarak maddecilik”ten türeyen örnekleri çeşitlendirebiliriz. Rastgele bir başka alanı ele alalım, örneğin, modern psikoterapi, bireyin maddeyle, yaşamındaki olgularla olan ilişkisini onarmak üzerine kurulu bir akademi ve pratiktir… Örnekler çoğaltılabilir. Kısacası, maddi dünyanın olguları, tarihte bireyler ve toplumlar açısından mutlak belirleyici olmuştur diyebiliriz. Geri kalan her şey, bilinçlerde ya da kolektif bilinçlerde nasıl bir görüngüye sahip olursa olsun, maddeden kök alır ve belirlenendir.

Yani, belli bir bilişsel düzeyin üzerine çıkılamayan çocukluk gibi dönemlerin veya edebiyat, şiir, sanat dalları vb. soyutluklarla uğraşan yaratıcı edimlerin dışında, hayatla temel ilişkilenim düzeyinde maddi gerçekten kaçmak, ekseriyetle ya bir bilmezliğin, ya bir çaresizliğin, ya da farklı düzeylerde patolojilerin eseridir ve genellikle, toplumsal ya da bireysel düzlemde, bir tür yıkımla sonuçlanır.

Kaçan konfor

Fizik laboratuvarında, işimiz görece kolaydı. Peki tarihin ve toplumların maddesiyle uğraşırken “maddi gerçek” tespitini nasıl yapacağız, nasıl bir deney düzeneği kuracağız? Burada, fizik laboratuvarına kıyasla konforumuzu kaçıran esas unsur, tespit sürecimizin ürününün, yani kuramın, maddi gerçeğin bir kısmını öyle veya böyle ıskalayacak olması zorunluluğudur. Soyutlamanın doğasının gereğidir bu. Fizik deneylerinin çıktıları nettir, tarih ve toplum deneylerinin çıktıları, çok daha bulanıktır. Yani kabaca, tarihin kantarında tarttığımız kuramımız/soyutlamamız, tarihin maddesine kıyasla belirli ölçülerde hafif gelecektir, bazı şeyleri açıklamakta, her zaman yetersiz kalacaktır. “Hayır, öyle bir soyutlama yapacağım, öyle bir kuram kuracağım ki, her şeyi açıklayacak!” Bunu yapmak için akışın, yani evrenin ve zamanın kendisi, bir tür tanrı olmak gerekir ve bu, imkansızdır. Edebiyatı güzeldir, o ayrı.

Neyse, diyelim ki, güç bela başladık soyutlamaya… Şu herhalde şundan böyle, bu sanırım şundan şöyle, çünkü… Tam bu noktada, bilinemezciliğin ve hiççiliğin çekici konforu etrafımızı sarmış, grilerin diyarında tartışıyorken, işimiz yeterince zor değilmiş gibi, ortaokul sıralarından gelen bir soru da mutlaka yükseliverir bir yerlerden: “Eee, kime göre neye göre?” İlk gençlikte ufuk açıcı olabilecek bu soru, bir paket French Theory ve bir miktar mısır nişastası ile koyulaştırılıp fırına verildiğinde, meşhur postmodern amentü “Her şey her şey olabilir”e dönüşür. Tarihin inkarının en veciz sloganlarındandır.

Usavurum sürecinde tarihsel ve toplumsal gerçeğin bir kısmını ıskalamak zorunluluğu, tarihin ve toplumların mekanizmalarını yeter düzeyde açıklanamaz mı kılmaktadır? Beraberinde bir tür bilinemezciliği veya hiççiliği zorunlu olarak getirmekte midir?

Hayır. Çok katmanlı, çok değişkenli, karmakarışık denklemler olsalar dahi, iddiamız, tarihin ve toplumların değişim, dönüşüm ve gelişim yasalarını yeter düzeyde tespit edebileceğimizdir. Bu son derece zorlu ve konforsuz bir çaba olsa da. Buradaki “yeter düzeyi”, 11. Tez’in sınırı belirler, buna geleceğiz. Her şey her şey olamaz. Her şey her şey olabilircilik, alt metninde “tarih yoktur, varsa da onun mekanizmalarını kavramamız imkansızdır” der. Kuramsal düzeyde bir tür hiççilik, özne düzeyinde ise iddiasızlıktır, kaybetmeye ve başka güçlerce belirlenmeye mahkumiyettir. Bunu önücülüğün farklı irtifalarını; akademi, ideoloji ve siyaset ayrımını, postmodern sol ve sağ kuzenleri tartışırken daha detaylıca açmaya çalışacağım.

Anlamak tercihinin sancısı ve tarihin lezzeti

Bu noktada bir öncüleşme sancısı tespit edebiliriz diye düşünüyorum. Okumaya, veri toplamaya ve akıl yürütmeye başlayan öncü bilinç, sorgulamalarla dolu yollar yürüdükten sonra, bir fikir kavşağına varır. Bir yönde maddenin zenginliği üzerinde yükselen tarihin ve toplumların maddesini kavramaya çalışmak çabası uzanır, en zorlu ve sancılı yol budur, diğerlerinde ise, maddenin belirleyiciliğini veya tarih mefhumunu öyle veya böyle yadsıyan yahut tersine çeviren renk renk idealizm, metafizik, bilinemezcilik, hiççilik, boşvermişlik. Yapılacak olan, oldukça bireysel ve iradi bir seçimdir, ideolojiyi belirler.

Hayatın, ülkenin, toplum olarak içine düştüğümüz çukurun yarattığı bütün iç sıkıntımız, öfkemiz ve coşkumuzla tarihsel maddeciliğin patikasını seçtik diyelim. Anlamak ve değiştirebilmek için, bu yoldan yürümeye niyetimiz var. Tarihin ve toplumların mekanizmaları diye bir şey var ve biz ona vakıf olmaya çalışıyoruz. Ne bekliyor bizi o yolda? Ne yapacağız?

Maddenin ve zamanın devinimini durduramıyoruz diye sıkça tekrar ettim. Gerçekten de, maddenin tarih ve toplumlar düzeyinde aldığı biçimleri incelerken, elimizden gelen ve bütün çabamız, bu sürekli akış içinde belirli uğraklarda durup, durduğumuz o uğraklardan toplumlara, yapılara ve öznelere attığımız bakışlarla kimi soyutlamalara varmak, bu soyutlamaların farklı ölçeklerde sürekliliklerini ve kopuş noktalarını tanımlamak işidir aslında. Peki kulağa korkutucu ve hatta ağdalı gelen, hiçbir reçetesi olmayan, başı sonu gözükmeyen işi nasıl olacak da becerebileceğiz? Becerebilecek miyiz? İnsanüstü bir yeti midir bu?

Hayır.

Canlılığın evriminin seyrini incelemeye, toplumsal yapıların gelişimlerinin izlerini sürmeye, kendini toplumdaki tipolojilerin öznelerinin yerine koymaya, “bu, şu koşullarda nasıl bu oldu?”ya cevap aramaya devam ettikçe, kesintisiz bir sürekliliğin adeta parçası haline gelir insan. Anlamak sancısı, yerini yeni bir tür zihinsel lezzete bırakıyordur. Baktığı her şey olağanlaşmaya başlar. Dupduru, kesintisiz bir akış vardır gözlerinin önünde. Tarihin nehri.

Fabrika bacaları tüter, köyler ölür, yapı cepheleri dönüşür, intihar vakaları artar, mısraların kurguları değişir, yenidoğan ölümleri azalır, resim tekniği gelişir, işgaller başlar, kentler ölür, grevler patlar, radyoaktivite keşfedilir, banliyölerden yeni müzik akımları, kent meydanları dolar, kriz gümbürder, kemerler sıkılı, ormanlar kesilir, dilde yeni kelimeler, çocuklar ağaç diker, mevzilerde obüs atışları, devrim yükselir, karşı-devrim yükselir, cephelerde siperler dolar, kantinlerde toplantılar alınır, şampiyonluk maçında beklenmedik sloganlar, ittifaklar kurulur, kamera açıları değişir, gençler vurulur, krallar padişahlar devrilir, kentler doğar, yapı cepheleri yine dönüşür, şarkı sözleri dönüşür… Akışa bir defa kapıldıktan sonra, kafayı nereye çevirirsek çevirelim, odağımıza aldığımız şeyleri akışın dışında düşünememeye, görememeye başlarız. Çok katmanlı ilişkilenmeleri, üst ölçekte anlamanın verdiği coşkuyla “E elbette öyle, çok mantıklı, ya nasıl olacaktı!” nidaları yükselir iç seslerden.

Bu kavrayışa, maddenin ve zamanın belirli uğraklarından aldığımız dikine kesitlerde, şeylerin geçmişten gelen köklerini ve geleceğe uzanan dallarını anlamaya çalışmak eşlik eder. Yerini başka lezzetlere bırakacak başka sancılar. Şeylerin ölümünü, ölümlerinin içindeki doğumu, şeylerin doğumunu, doğumlarının içindeki ölümü ve bütün bu devinimdeki yaşamlarını, değişimlerini, dönüşümlerini ve iç gerilimlerini anlamak. Mistik bir sırra vakıf olmaya çalışmak değildir bu. Ufkumuz ve aklımız yettiğince, bilimin metodolojisini kullanarak, değiştirebilmek için anlamak çabasıdır.

Çocukluk nerede biter, yetişkinlik nerede başlar? Yetişkinlik, mümkün müdür? İnsan doğası değişir mi? İnsanın değişen doğasının belirleyenleri nelerdir? Dün feodalite nasıl bir toplumsal formasyondu? Bütün coğrafyalarda, bütün tarihsel kesitlerde aynı mı seyretmişti? Bitmiş miydi? İnancın, dinlerin gelişimini ve bireydeki yansımasını açıklayabilir miyiz? Bugün kapitalizmde gelecek kaygısı olmadan, barış içinde yaşanabilir mi? Sinema dizilerden intikam alabilir mi? Şiire ihtiyacımız var mı? Devlet kimin için vardır? Adaletin toplumsal değişkenleri nelerdir? Seçimlerden sonra meclis aritmetiği nasıl olacak? Yeni dönemde emekçilerin geçim ve gelecek dertleri hafifleyecek midir? Bir sevdiğimizin kaybı, aşılabilir mi? Nasıl? Yıkımları kolektif belleğimizde nasıl yaşatacağız? Toplumların bağrındaki yaralar nasıl sarılır? Kentler küllerinden doğabilirler mi? Devrim, gerçekçi mi? Sorular geçişken, sorular sınırsız… Beşeri olandan toplumsal olana, toplumsal olandan beşeri olana, grilerle dolu bir coğrafyada farklı ölçeklerde, hissetmenin ağırlığıyla kuşatılmış, kesit almalı, bütünü ve parçayı görmeli bir usavurum çabası. Zor iş!

Fakat, neticede, fark etmesi gökyüzünün rengine dair tartışmadaki kadar kolay olmasa da her zaman; bir tarihsel/toplumsal konuya dair iki farklı argüman varsa, bunlardan maddenin, doğanın ve tarihin içsel bağıntılarını, diyalektik ilişkilenmelerini gözeteni, genellikle, argümanların öne sürüldükleri bağlamda, o konuyu daha incelikli ve kapsamlı bir biçimde açıklıyordur, maddeye hakkını daha iyi veriyordur.

Soyutlama, usavurma, kuramlaştırma, durağan değil süreğen bir çabadır, eksiği gediği olabilir, geliştirilebilir, kaba ve ince ayarı yapılabilir. Kuram tarihle sınanır. Onu tarttığımız terazide, karşı kefede tarihin maddesi bulunur. Soyutlamamızın doğruluğu yanlışlığı, maddi gerçeği açıklama kabiliyeti, yine bu maddeyle kıyaslanarak belirlenir. Kuramımız, maddeye karşılık gelmiyorsa, maddeyi değil, ancak kuramımızı değiştirebiliriz.

İdeolojinin belirlediği bir refleks

Tutarlı kuramsal çerçeveler çizmek, önünde sonunda, bir metodolojiyi ve felsefeyi bilince çıkarmak ve refleks haline getirmekle, ilgili zihinsel kas gruplarını geliştirmekle mümkündür. Basitçe söylersek, bir bağlantılar kurabilmek ve çeşitli unsurlar arasında ağırlıklandırma yapabilmek işidir. Tarihte olup bitmiş her bir olayı en ince ayrıntılarına kadar bilmek veya öğrenmek değildir örneğin. Hatta en büyük kuram hokkabazları böylelerinden, ortalığı en bilinmez kenarda köşede kalmış bilgilerin bombardımanına tutup bilgiler arasındaki bağlantıları el çabukluklarıyla değiştirenlerden, ya da her bilgi parçasına aynı ya da yanlış ağırlığı verenlerden, esas oluşu ve taliliği silikleştirenlerden çıkar.

Tarihin maddesine sorulacak soruların ve soyutlama sürecine konu edilen problematiklerin önem hiyerarşisini, onların maddi yaşamdaki karşılıklarının yakıcılıkları belirler. Peki kim için, ne kadar yakıcı? Yakıcılık düzeyinin tespiti, dönemsel esas ve dönemsel talilerin tanımlanmasına bağlıdır. Buradaki kerteriz, soyutlayan öznenin ideolojik konumuna göre alınır. Yani toplumun maddesini kurama çıkarmak, bu tespit işlemi, genelgeçer doğruların adlarının konması değil, iradi bir tercih sürecidir de aynı zamanda. Neyi nasıl tespit ettiğimiz ideolojiye dairdir, toplumun maddesine şekil verme amacını, “yalnızca yorumlamayı değil, fakat değiştirmeyi” içsel olarak güder, yine öncülüğün konusudur. Bunlara da geleceğiz.

Maddeyle muhabbetimize şimdilik ara verelim. Doğayı, maddeyi ve toplumu türlü hileyle aldatmaya çalışan adi, piyasacı ve din taciri bir iktidarın bize yaşattığı felaketin gölgesinde, herkes kadar yoğun bir zihinsel ve ruhsal tükenmişliği yaşarken yazmaya çalıştım. Dilimiz sürçtüyse affola. Umarım bu gevezelik okura bir şeyler ifade etmiştir.

Sosyalist öncülüğe dair fikir duvarımızın ilk sırasındaki maddecilik tuğlalarının kimi temel unsurlarını tartışmaya çalıştık. Bir sonraki blog yazısında, öncülük ve iktidar hedefi perspektifinden “Bilimsel yöntemi benimsemek zorunda mıyız? Maddeci olmak zorunda mıyız? Tarihselci olmak zorunda mıyız? Tarihsel maddeci olmak zorunda mıyız?” gibi sorulara yanıt arayacak; akademik bilgi, ideoloji ve siyaset arasında bir ayrıma gidip, ardından sıradan yurttaşa ve irtifalarda kanat çırpan kuşlara geri döneceğiz.